Sayfalar

1 Eylül 2011 Perşembe

Sokrates’in “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” den, Günümüzün Her Şeyi Bilen “Modern İnsanına”

Sokrates’in “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” sözü üzerine okul hayatında herkes kompozisyon yazmıştır. Belki de tekrar tekrar yazmalıydılar, çünkü bu basit gibi görünen söz insan olmanın anlamına varabilecek bir potansiyel taşır. Dizgeler bütünseldir ve onun bir yerini anlayan örneğin bu cümlenin ifade ettiğini anlayan oradan ilerleyerek genel dizgeye de ulaşabilir. Bu sözü incelersek göreceğimiz bilginin sonsuzluğu, ancak buna karşın insanın bilgide kendini sonsuzca ilerletebileceğidir. Böyledir çünkü bilmediğini söylemek eksikliğini kabul etmekle birlikte, bu eksikliği kapatabileceğini de ifade eder. Günümüzde kabul edildiği gibi “bilmiyorum” demek umursamazlığı, bilmiyorum ve ilgilenmiyorum gibi bir anlamı taşımaz. Çağımızda bilmiyorum demek bir suçtur! Yetişkin bir birey hele iş hayatında asla bilmiyorum dememelidir! “Modern İnsan”ın kutsalı bilmediğini biliyor gibi göstermektir. Onun için önemli olan doğru olan; düzgün olan, ahlaki olan değil, durumu kurtarmaya yarayandır. Bu yaklaşımın öğrenme potansiyelini yok ettiğini farkına varmaz. Zaten bu birey için öğrenmek sınırlı anlaklarıyla belirledikleri hedefe ulaşmada gerekli olan verilerden oluşur. Bu hedefin dışında kalan bilgilerinin nasıl bir fayda sağlayacağını anlamaktan sığ olan yaklaşımıyla basit çıkarlarına hizmet etmeyen her bilgiyi anlamsız görür.  

Sokak Köpekleri


Her geçen gün yürüdüğüm aynı sokakları takip ederek eve dönüyordum. Eve az bir mesafe kaldığı sırada daha öncede birçok kez gördüğüm o sokak köpeğini gene aynı yerde gördüm. Kendine güveni tam azametli bir şekilde etrafı inceleyerek kendi bölgesi sandığı alanı koruyordu. Kendi bölgesi sanıyordu ama köpek kimsenin umurunda değildi, havlayarak saldırgan bir tavır sergilediği ne yoldan geçen arabalar ne de insanlar köpeğin varlığını bile umursamıyorlardı. Umursamadıkları ise bir yana köpek ne zaman onları gereğinden fazla rahatsız edecek olursa uygulayabilecekleri onu uyutma hakkını da saklı tutuyorlardı. Köpek ise bunların hiç birini bilmiyor gerekirse ölümüne kavga edeceği hatta belki de öleceği o alanda gururla dikiliyordu.
Köpek hayvandı, yaptığı için suçlanamazdı. Peki ya insanlar. Biz hiç o köpeğin duruma düşmez miyiz? Birçok kereler hırslarımız peşine düşüp de olaylara sadece öznel açıdan bakıp, ancak genel olanı kaçırdığımız olmaz mı? Kimi zaman yeteri kadar bilmemek, düşünmemek, kimi zamansa hayattan kopukluk bizi o sokak köpeklerinden farksız konuma koyar ve tıpkı onlar gibi halimizi bilemez ve her şeyi kaybederken kazandığımızı sanırız. Buna inanmıyorsanız çevrenize bakınız, bu günlerde böyleleri çok daha fazla ortalarda.
Siz bakmıyorsanız tarihten, günümüzden örnekler verelim. Eski çağlarda uzunca bir süre felsefi tekel konumunda bulunan ve gelişime ayak uyduramayarak silinen skolastik felsefe, gerçekliklerden koparak, meditasyon tarzı derin düşüncelerle “anlamak için inanıyorum” gibi tersine çevrilmiş düşüncelerle sokak köpeği durumuna düşmemiştir de ne yapmıştır. Peki günümüzde kitap okumayı hor gören, sanatı, felsefeyi aylak eğlencesi sanan, tek kılavuzu günlük hayatın o basit ilişkileri olan insan, başkalarının üstüne basıp yükselmeyi kendine hak gören ama sırf bu yüzden üzerine basılan atomize olmuş günümüz toplumunun köylü kurnazı bireyi, sizce onun geneli görme fırsatı var mıdır? O da en az bir önceki kadar sokak köpeğidir.
Bizi sokak köpeği olmaktan kurtaracak çözüm nedir? Sokak köpeği, Don Kişot vari cesaretiyle kahramanlığın sınırındayken, konumu ve davranışlarının sonuçları hakkında bilgisizliği onu hiçliğe hatta daha kötüsüne düşürmektedir. Öyleyse yapılması gereken eylemi ve etki gücünü her zaman devam ettirmek ve korumak, ama bu pratiği gençliğin ateşine ya da duygulara bırakmamak, usun ve yöntemin eline teslim etmektir. Bu yöntem ise bizler için diyalektik materyalizmdir.
Marks’tan etkilenen, hatta kendisini Marksist olarak tanımlayan toplumsal-siyasal hareketlerin de teori-pratik diyalektiğini tartışıp pratiğe yöneldiğinde genellikle pratiği teorinin yerine geçirip salt(dar) pratik davranış sergilediğini gözleriz ve sıkça teoriyi yadsır bir politik duruş sergilendiğine tanık oluruz. Bu duruş, bilinçli ya da bilinçsiz, Rosa Luxemburg’un sürekli eleştirdiği, Bernstein’cı “hareket her şey, amaç hiç bir şey” salt pratikçi veya salt özneci “kör” eylemci ilkeye götürür. Oysa marksizme ruh kazandıran, marksizmi kavgacı kılan, ona dayanan siyasi hareketleri köklü bir değişim için bilinçli bir hedefe yönlendiren yine felsefedir. Sonuç olarak kitlesel olmayan, teoriyle bağları olmayan, sırf tepki vermek adına yapılan ve genel duruma veren mücadeleler sokak köpeklerinin kaderini paylaşmaya mahkumdur.
Not: Bu yazı oldukça değerli olan üniversite öğrenci eylemleri dışında, üniversitelerdeki sol içi gruplar arasında yaşanan nadir kimi çatışmalar için yazılmıştır.

Olanaksız Bir Ütopya


Hermogenes ― Günaydın Kallikles. Nerden bu geliş böyle, Bostancı’dan mı?
Kallikles ― Evet Hermogenes, caddeden yürüyüp buraya geldim. Khalkedonu görmediğim günler benim için geçmiyor ama bugün daha da farklı. Gene aynı kafeye oturmuşsunuz, sıkılmadınız mı şu Rex’den.
Hermogenes ― Bugün daha farklı diyorsun, bugünün diğerlerinden farkı nedir Kallikles.
Kallikles ― Anlatsam inanır mısın bilmiyorum. Her ne kadar bir rüya, rüya ama her şey o kadar gerçekti ki, sabah uyandığımda hatırladığım bilgiler o kadar doğru ki rüya demeye dilim varmıyor. Çok farklı bir yerdeydim. Asıl ilginci orada Sokrates’de vardı. Yol boyunca bu rüyayı düşündüm. Size hepsini anlatabilmek için de unutmamaya çalıştım.
Hermogenes ― O zaman ne duruyorsun Kallikles, başla hemen anlatmaya.
Kallikles ― İlk gördüğüm uçsuz bucaksız bir alan ve bir sürü farklı insandı. Bu kadar farklı insanın aynı yerde bulunabilmelerini anlamak bile zordu; mağara adamından, filozofa, çobandan, antik çağ armatörüne ve daha nice çeşit insana kadar oldukça olağan dışı bir gruptular. O insanların aralarından geçerken, onların pek de huzurlu olmadıklarını hissediyordum. Bakışları arada bana dönse de, bu bakışlarda ilgisizlik ve boş vermişlik göze çapıyordu. Sanki onların bu mutsuz dinginliğini hiçbir şey bozamaz gibiydi. Onların arasında yürümeye devam ederken hararetli bir tartışmanın seslerini duydum. İlk izlenimlerinden sonra böyle bir olaya burada tanıklık etmem benim için şaşırtıcıydı. Ancak bu tartışanlardan birinin Sokrates olması durumu normal karşılamama yetti. Sokrates iki kişiyle beraber sohbet etmekteydi, onlardan bir tanesi ilginç bir şekilde suyun üzerinde duruyor, bu haliyle caka satıyor izlenimi yaratıyordu, gene de sokratesin konuşmasıyla onu ikna ettiği belli oluyordu. Diğeri ise saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı görünen bir adamdı. Onlara yaklaşırken konuşmalarını duymaya başladım.
“ Durumları gerçekten üzücü. Bu kadar nitelikli işçilerin karın tokluğuna böyle uzun saatler çalıştığı vahşi kapitalizm dönemlerinde bile görülmedi. Hiçbir sosyal güvenceleri yok, emeklilikleri bile. Tek tekel şirket altında çalışmaya mecburlar. Müşteri portföyünü beğenmeyenler, patrona karşı çıkıp kendi işini kurmaya çalışanlar en ağır şekilde cezalandırılıyor, adları iblise, şeytana çıkıyor. Sendika lazım, sınıfın partisi lazım, kainatın kanatlıları birleşin. ”